fmert logofmert

F. Mert Erdoğan

Doktor & yazar. Sahadaki deneyimi edebiyat ve sinemayla birleştirerek; hekimlik ve yol anlatılarından, insana yaslanan hikâyeler kuruyorum.

“Meğer bütün bu yolculuk yalnızca kendimden kendime imiş.” — İbnü’l Arabî

Sevme Hakkı — yeni kitap (yakında)

Yeni: Sevme Hakkı (yakında)

Sevmenin etik sınırları, kayıp ve hatırlama: göğüs kafesinden şehirlere uzanan bir yolculuk. Ön sipariş ve duyurular YouTube & Instagram’da.

Filmler & Belgeseller

Kitaplarım

Podcast — CineDocs

Blog Yazıları

İlk Blog Yazım: Bir Başlangıç

Eksikliğin olduğu yerde fazla görünmeye çalışanlar vardır.

Bir şeyler anlatmanın nöronlar arasındaki gerilimi açığa çıkarıp insana kısa bir rahatlama verdiği söylenir. Önce şunu da ekleyeyim: Twitter’da ve burada yazdıklarımdan endişe duyanlar olabilir; anlatmaya çalışacağım.

20 Mayıs 2012 – Antakya

İnsanlar zor zamanlarında ardına sığınacak şeyler arar. Bazen müzikler, resimler; bazen bir şapka, aşk, takıntılar, yalnızlıklar, hırslar, mutluluklar…

Yazarsa burada kendi yalanlarının, saçmalıklarının, ezikliklerinin ardına sığınarak rahatlamayı; üzerindeki gerilimi boşaltmayı dener. Kimsenin ciddiye alması gerekmeyen şeylerdir — yazar zırvası dâhil.

Sanırım bu ilk blog yazım olacak. Ardından kısa bir ara vereceğiz; ama şimdi bir meseleye gelelim.

Schopenhauer’e göre sublime (yüce), doğanın karmaşıklığı karşısında insanın onunla bütünleşirken duyduğu, kendini küçük görmesinden doğan hazdır. Benzer ilgiyi ben de insan beynine duyuyorum. Bu kompleks yapıda hiçbir felsefi ya da bilimsel disiplinin bütünüyle açıklayamadığı bilinmezlikler var. Onu değerli kılan da, erişilemeyeceğini bile bile işleyişin bazı detaylarına yaklaşma çabası. Ne var ki o çabanın kendisine ulaşmak bile büyük bir çaba gerektiriyor; öyle bir sistemde yaşıyoruz.

Bilimsel çalışmalarda ceteris paribus yöntemi vardır: Bütün değişkenler sabit tutulur, tek bir parametre üzerinde çalışarak sonuç aranır. Bunu günlük hayattaki hedeflerimize uygulamaya kalktığımızda, ne büyük bir soyutlama gerektirdiği ortadadır diye düşünüyorum.

Karar alırken, öncesinde kısa bir gerekçe yazmak o kararı daha tutarlı kılabilir. O yüzden, bloga bir başlangıç yapıp geçmek istedim. Bir gün daha güzel şeylerden bahsedeceğiz.

Ekmek ve Nöroloji

30 Ağustos 2022, Tekirdağ

Nöroloji.

Neden beyin? Kendime bunu soruyorum. Neden? Neyi bilmek istiyorum? Hayvanla insanı ayıran fark nedir? MR görüntülerine bakıyorum. Nesi farklı? Neyi anlamak istiyorum? Anlamanın görüntüsü ne? Israrla.

Neden uymuyorum? Simyacı değilim ki ben. Yazarak ekmeğimi kazanabilseydim, neden o işi yapmazdım? Bunu soruyorum kendime. Ama yarın sabah yine boktan bir güne uyanacağım.

Cehenneme giriş: bolca kahve ikramı, idrar sondası, yatak.

Avrupalıların yaptığı gibi. Ölümü daha çok unutup hayata bağlanmak. Mutlu olmak. Çocuk yapmak. Hayat dediğimiz hareket değil mi zaten? Sokağa çıkmadan, insanların içine karışmadan hayat olur mu?

Bana bir ekmek verin, size kırk mısra yazayım. Ekmeği beğenmezsem ben dinleyeceğim ama. Haha! Yazarların kaçı mutlu olmuş ki? Kaç mutlu yazar gelmiş yeryüzüne?

Sonra eşek herif, hem sunum hazırla, hasta bak, acilde o beklesin; git onu hocaya danış. Köpek gibi hizmet et: “Git getir onu!” Sonra sen getirteceksin. Unutma ama: getirtmezsen, sen getirirsin.

Ne diyordum? Ekmek. Ekmek Üzerine.

Kırk mısra dolsun diye laf kalabalığı—ee canım, hemşire odasındaki sohbetler çok mu farklı? Oradaki de bilim üretmiyor. Herkes bilim yapacak diye bir şey yok. Bazısı konuşur, bazısı yapar. Ben mi? Ben hem konuşuyorum, hem yapıyorum. Ekmek parası abi.

İnsan kendi hayatını seçme özgürlüğüne neden sahip değil? Hepimiz bunu istemiyor muyuz? “Kendini tanı” diyorlar, sonra “boktan işlerle uğraş.” Yapma kardeşim.

Biraz gerçekçi olun. Düzgün olun. Sen neyi yapmak istiyorsun? Ne seni ayakta tutar? Açlığa hangi işte çalışırken dayanabilirsin? Cevap var mı? Yok. Çek o zaman! Biraz cesaret kardeşim.

Hepimiz atalarımızdan gelen zincirlerle doğduk. Ama hayat bu zinciri istemiyor, anla: “Kopar,” diyor. Yoksa gelip tek tek çivileyecek hepsini bedeninle toprağa. Bu beden uçmak istiyor abicim! Göğe yükselmek—bal mumundan kanatlarla değil, çam sakızıyla.

Çam sakızını bilir misin? Bir ağaca sarılasın gelir; elini gövdeye attın mı, yapış yapış olur. Kolay kolay çıkmaz. Üstelik yaralara da iyi geldiği söylenir. Akciğer enfeksiyonu mu? Bas sakızı. Glomerülonefrit? Yapıştır. (Bilginin mizahı şifadır.)

Ben doğuştan doktorum. Sonradan bırakınca geçmiyor bu bilgiler. Bana terminal dönem akciğer kanseri hastası getir; on dakika konuşayım, o bile anlar doktor olduğumu. Ama onlar anlamadı. Çünkü “doğuştan” hiçbir özellik kabul edilebilir değildir; sonradan kazanmak gerekir. Olmadı ama. Bazen de olmaz. Olsun. “Olmaz olmaz deme”—olur. Bal gibi olur. Çam balı gibi hem de. Yapıştır, geç.

Ataol Behramoğlu var. Şair dediğin budur işte: Dışarıda şiir okuyan adam. Tek bir kişi bile dinliyorsa şairdir. Şu an bir ben kendimi dinliyorum—o sayılmaz. Ama bak; sen varsan tamam bu iş. Ekmeğimizi bulduk demektir. Bir şiir, üç ekmek. Valla iyi iş.

En çok şiiri kimden öğrendim biliyor musun? Çingenelerden. Harbi diyorum. O “pis, kahverengi” evlerden sokağa sızan sadece kirli su değil; söz de sızıyor. “Onu istemiyorum, şunu istiyorum.” Basit cümleler. O evlerde hayat var, hem de hiç olmadığı kadar. Çingenelerin kurduğu o basitlikte cümleleri ben hayatım boyunca aradım—abartım varsa çivileyin beni bir mezarın dibine!

Ve işte şiir, abe:

Uyku

Neler, neler, çıkarır

İnsan bir dalsa

Ötekinin uykusundan

Kıvrımların Dili

“Anatomi kaderdir,” der Freud.
Yapıp ettiğimiz her şey, aldığımız her nefesin temeline basar.

Doğaya karşı koyan o sihirli kudret, bütün travmaların içinden güçlenerek çıkan duyarlı bir salyangoz gibidir.

Zihnimiz boyutları aşsa da beynimiz Cranium'un (kafatasının) sınırlarıyla çevrilidir.
Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” sözündeki gibi,
dünyamızın hudutları da renkli tenlerimize sığar.

Boş bir levhadan ziyade; beyni biçimleyen sulcus ve gyrus’lar, kadim bilgiyle yoğrulmuş dolu bir vitrini andırır. Yakına eğildiğimizde içerideki farklı yapıların uyumla birlikte çalıştığını görürüz. Tek başınayken anlamı sınırlı görünen o girinti ve çıkıntılar, sayısız karmaşık nöronal bağlantıyı taşır.

Temelde yumuşak ve kıvrımlı bir organ kadar sade; derinlemesine bakıldığında insan ruhu kadar girift olan beynimiz, tüm biyokimyası ve fizyolojisi ile dengededir.

Uykudayken bile, her milisaniyede süren iyon alışverişi devam ettikçe biz de değişir, dönüşürüz.

İnsan beyninin gizemi çözülmemiştir; ama anatomisi az çok bellidir ve varoluşumuza dair ipuçları sunar. Parçadan bütüne, bütünden parçaya; sağ ve sol yarımküreleri birleştiren corpus callosum misali, beden ile ruh arasında bir köprü kurmaya çalışırım.

Belki de “beden” ve “ruh” diye iki ayrı şey yoktur; hepsi tek bir “vücut”tur.

Gözümüzün önündeki hakikat, biz onu yeterince fark edene dek durmadan biçim değiştirir.

Kayıp Zamanın Nörobiyolojisi

18 Mart/3 Eylül 2025 — Edirne

Pazar ışığı fincanın ince kenarında bir an durup buhara dönerken, kömbenin sıcak ıhlamura değen kırıntısı dilime dokundu; o küçücük temasla önce ev içinin derinden tanıdık sessizliği açıldı—bir teyze odasının perdeleri gibi ağır ve tozlu, taş bir eşiğin serinliği gibi kesin—sonra kokunun sürüklediği ilk kıvılcımda Antakya’nın kayrak taş kokusu içime doldu: yamaçtaki mağaraya uzanan patikanın gölgesi, öğle güneşinin camekânlardan geri sıçrayışı, avlularda suyun sessiz sürünüşü. Tat, dilimin ön kıyısındaki tepeciklerde bekleyen hücreleri uyandırdı; TRPM5 kanalları sevinçle açıldı, chorda tympani haberi geciktirmeden nucleus tractus solitarius’a taşıdı, oradan VPM talamus’a ve derken ön insulaya uzanan bir güzergâh çizildi. Ihlamurun buharına karışan kömbenin sıcak baharatı, adı anılmadan, insula’nın kıvrımlarında bedenin iç sesiyle birleşti; göğsümde, adını bulamadığım bir hoşnutluk kıpırdadı.

Ve büyü, her zamanki gibi, kokunun kestirme yolundan yürüdü. Bu sıcaklık bulbus olfactorius’tan piriform kortekse, oradan talamik kapılara uğramadan amigdala ve entorhinal kortekse sızdı; belleğin arka bahçesinin anahtarı çoktan çevrilmiş gibiydi. Hipokampüs’ün CA3’ünde dağınık ipuçları yerini buldu: gyrus parahipokampalis vitraydan düşen turuncuyu, taşın serin gölgesini görsel kortekse taşıdı; retrosplenial korteks şehrin kıvrımlarını—yamaçtaki mağara kilisesinin taşlarını, serin bir avlunun gölgesini, dükkân camlarına vurup çoğalan öğle ışığını—ince bir haritaya işledi. Duygu imgeye döndü; imge yeri çağırdı; yer, zamanı.

Bir kömbe kırıntısının dilimde dağılışından koskoca bir şehir ayağa kalktı; St. Pierre’in sarp taşlarına asılı çanın tınısı işitsel kortekste ince, gümüş bir çizgi gibi uzarken Habib-i Neccar Camii’nin serin avlusundan geçip Büyük Park’ın çınar gölgeleriyle buluştu; Atatürk Caddesi boyunca camekânlara vuran öğle ışığı görsel kortekste turuncu bir kenar gibi parladı. Avuç içimde hamurun kırılganlığı somatosensoriyel korteksin haritasında yerine otururken, kaldırım taşlarının aşınmış ağzını retrosplenial korteks çizdi; hipokampüs, sanki bir çekmeceyi usulca açar gibi, CA3’te yarım kalmış örüntüyü tamamladı: çan, avlu, çınar, camekân… Hepsi aynı nefeste toplanıp çocukluğun sesini düne değil, şimdiye yazdı.

Dinlenirken bile içerden mırıldanan ağ şehrin sesini açtı; anterior singulat korteks ile ön insula’nın küçük işaretlerine uyarak bakışım bir vitrinin buğusunda oyalanıp taş basamağın koyu gölgesine döndü. İçimde bir düzen duygusu—dorsolateral prefrontal korteks (dlPFC) ve frontoparietal kontrol ağı’nın yürüyüş ritmi—çağrışımları sıraya dizdi; neden çanın yankısından çok serin avluya meylettiğimi iç terazim—ventromedial prefrontal korteks (vmPFC) ile orbitofrontal korteks (OFC)—kendi kendine tarttı. Adımlarımı kimi yerde ağırlaştırıp kimi yerde hızlandıran o tanıdık “dur/geç” sezgisi—striatum’un eski programı—cadde boyu nabzıma karıştı; arada görünmez bir terzi—claustrum—dikişi belli olmayan birleştirmeler yaptı. Talamus sahnenin ışığını kıstı, açtı; çan biraz sustu, çocuk kahkahası büyüdü. Kuram geride fısıldadı; şehir önde soluk aldı.

Nöronlar teta ölçüsünde ağır bir vals tuttu; sinapslar uzun süreli potansiyasyonla ince köprülerini kalınlaştırdı. Asetilkolin dikkati iğne ucu gibi sivriltti; serotonin, huzurla hüznü aynı kâsede eritip bana içirdi. Otonom sistem kulisten nabzımı, nefesimi, yutkunmamı ayarlarken periaqueductal gri (PAG) gerilimi gevşetip sıktı; hatırlamanın yalnız zihinde değil, bütünüyle canlı olduğunu bedenden geçirerek duyurdu. Perforant yol neokortekse gidip gelirken, her dönüş taş üstündeki bir harfi yeniden yaldızladı; her yaldız, şimdiki zamana yeni bir çizgi ekledi.

Fincanı masaya bıraktığımda buhar incelmiş, çay soğumuştu; fakat sinir ağlarımda incecik bir dikiş tutmuştu artık. Şehir—Antakya—yalnızca geri çağrılan bir sahne olmaktan çıkıp nöroplastisitenin bugüne taşınmış bir biçimine, “şimdi”yle çevrili bir geçmişe dönüştü. Anladım ki mesele, geçmişi geri almak değil; geçmişin beni yeniden kurmasına—ağır ağır, katman katman—izin vermekti. Çünkü beyin hiçbir şeyi aynen saklamaz; her dönüşte cümlelerin yerini değiştirir, virgülleri kaydırır, bazılarını sanki ilk kez söylüyormuş gibi uzatır; ama hakikat, duyuların itinalı çalışmasıyla, payına düşeni her seferinde geri almayı bilir.

Ve ben, yavaş yavaş beynin içine girdim; hayallerde kaybolup gerçeklerle buluşacağım.

Hakkımda

F. Mert Erdoğan portre

1994’te Glasgow, Birleşik Krallık’ta doğdu. İlköğrenimini Antakya’da, liseyi Adana Fen Lisesi’nde tamamladı. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ilk görev yeri olan Kars İl Ambulans Servisi Komuta Kontrol Merkezi’ne atandı. Bir süre Tekirdağ’da ambulans doktoru ve Namık Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı’nda nöroloji asistanı olarak görev yaptı. 2023’te, İletişim Yayınevi’nden “Siren Sesleri” isimli ilk öykü kitabı yayınlandı. Aynı yıl, Metinlerarası Kitap’tan “Derdim Yaşamak” ve Klaros’tan “Hüzünlü Kalabalıklar” isimli şiir kitapları yayımlandı. 2025’te Lando’dan Anadolu Rüyası (öykü) ve Ayrıkotu Yayınları’ndan Bir Unutuşun Anatomisi (roman) yayımlandı. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Sosyoloji ile Fotoğrafçılık ve Kameramanlık bölümü mezunudur. Halen Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisidir.